KÜLTÜR SANAT - 27 Ağustos 2024 Salı 09:41

İşte her yönüyle; Karaz Kültürü

A
A
A
İşte her yönüyle; Karaz Kültürü

Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Işıklı, Kafkas dağlarından Doğu Akdeniz kıyılarına, Hazar kıyılarından Orta Anadolu düzlüklerine kadar uzanan “Karaz Kültürü” ile ilgili çarpıcı tespitlerde ve değerlendirmelerde bulundu.


Ülkemiz topraklarında ilk arkeolojik kazı çalışmalarının Cumhuriyet’in kuruluşundan 10 yıl sonra Türk Tarih Kurumu vasıtasıyla başladığını, Anadolu topraklarında yaşamış kültür ve uygarlıkları benimseme ve onlardan ortak bir “Anadolu Kültürü” ortaya çıkarma ve millet olma bilinci dönemin sosyal ve kültürel politikalarında temel unsur alındığını ifade eden Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Işıklı, “Bu projelerde lokomotif görevini Atatürk’ün bizzat kuruluşunda etkin rol aldığı 1930 yılında kurulmuş olan Türk Tarih Kurumu üstlenir. Bu kurum ülkemizin farklı bölgelerinde kazılara başlar. İlk etap kazıları başkent Ankara civarında yapılır ve Hitit-Hatti kültürleri o dönemde bilinen ismi ile “Eti Medeniyeti” üzerine yoğunlaşılır” dedi.



“İlk kazılar 1940 yılında başlatıldı”


Bu dönemde yurt dışına arkeoloji eğitimi almaları için gençlerin gönderildiğini ve yurt dışından da önemli bilim insanları getirtilerek arkeoloji eğitiminin ülkemizde şekillenmesinde ve kurumsallaşmasında önemli görevler üstlendiğini anlatan Prof. Dr. Mehmet Işıklı, “ Eğitimlerini tamamlayıp dönen genç araştırmacılar ilerde ülkemiz arkeolojisini şekillendirecek en önemli kişiler olacaktır. Bu çerçevede ülkemizin doğusunda da ilk arkeolojik kazılar başlatılır. Bu kazılar için öncelikle tercih edilen yöre Erzurum’dur. Kafkasya - İran ve Karadeniz bölgeleri arasındaki özel stratejik konumu nedeniyle her dönemde kültürlerin ve insan topluluklarının geçiş güzergâhı olması o dönemde de çalışmaların bu topraklarda başlatılmasında etkili neden olmuş olmalıdır. Bu kazılar 1940 ve 1960 lı yılların başlarında gerçekleştirilir. Bu kazıların en erkeni 1942 yazının Temmuz ayında o dönemdeki ismi Karaz bu günkü ismi Kahramanlar olan köyle iç içe olan höyükte gerçekleştirilir. Karaz Höyük Erzurum’un 16 km. kuzeybatısında, 200 m. çapında 16 m. yüksekliğinde orta büyüklükte bir höyüktür. Bu ilk çalışma, bölgenin arkeolojik potansiyelini anlamaya yönelik olarak sondaj şeklinde ve bir hafta süren kısa bir ön çalışmadır. Bu sondaj çalışmaları beklentilerle paralel sonuçlar ortaya koymuş olmalı ki 1944 yılında yine Karaz Höyüğünde daha uzun süreli ve geniş çaplı kazı çalışmaları gerçekleştirilir. Bu çalışmalar Temmuz-Ekim ayları arasında yaklaşık 4 ay devam eder. Karaz kazıları Anadolu arkeolojisi ve kültür tarihi açısından çok çarpıcı sonuçlar ortaya koyar” şeklinde konuştu.



“Pulur’daki kazılar önemli sonuçlar verdi”


1950’li yıllarda Erzurum topraklarında arkeolojik araştırmalar durma noktasına geldiğini ve bu dönem dünya genelinde de II. Dünya savaşı sonrası olduğu için büyük sıkıntıların yaşandığını, 1960’lı yıllarda Türk Tarih Kurumu tarafından bölgede iki yeni proje başlatıldığını ifade eden Işıklı, sözlerini şöyle sürdürdü “Yaklaşık 15 yıl sonra Erzurum yöresinde arkeolojik kazılar tekrar başlar Karaz kazılarından sonra Erzurum Ovası’nda kazısı yapılan ikinci höyük Pulur Höyüğüdür. 1960 yazında iki ay devam eden Pulur Höyüğü kazılarını yine Türk Tarih Kurumu adına Hamit Zübeyr Koşay yürütür. Bu projede Koşay’ın yanında Avusturyalı Assurolog Harman Vary de yer alır. Koşay-Vary ikilisi Pulur’dan sonra Güzelova’da da birlikte çalışacaklardır. Pulur Höyüğü de, Erzurum’un yaklaşık 16 km. batısında, Aziziye (Ilıca) ilçesi sınırları içerisinde kalan bu günkü ismi Ömertepe olan köy ile iç içedir. 17 metre yüksekliği 250x150 metre boyutları ile Pulur Höyüğü de orta ölçekli bir höyüktür. Karaz Höyük kazıları gibi Pulur Höyükte yürütülen kazılar da bölge ve Yakındoğu arkeolojisi ve tarih öncesi için bir dizi çok önemli sonuç ortaya koymuştur. Hamit Zübeyr Koşay başkanlığında Türk Tarih Kurumu’nun Erzurum Ovası’ndaki kazı projelerinin sonuncusu 1961 yılında gerçekleştirilir. Pulur çalışmalarını izleyen bu kazı çalışması Erzurum ilinin yaklaşık 15 km. kuzeydoğusunda, Dumlu ilçesi sınırları içerisinde kalan Güzelova Höyüğünde gerçekleştirilir. Höyük bu günkü ismi Tufanç olan köy ile iç içedir. Güzelova’daki kazılar da ilk iki proje gibi çok kısa süreli kazılardır 1961 yazının Ağustos ve Eylül aylarında gerçekleştirilir. Güzelova’da yürütülen kazılar da Karaz ve Pulur’dakiler gibi çok önemli sonuçlar ortaya koyar.”



“Atatürk Üniversitesi’nden değerli bir katkı”


Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin dağlık, iklim ve çevre koşulları açısından zorlu Doğu Anadolu topraklarındaki ilk arkeolojik projeleri olan Karaz, Pulur ve Güzelova höyükleri gerçekleştirildikleri dönem koşulları göz önüne alındığında takdire şayan ve olağan üstü projeler olduğunu vurgulayan, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Işıklı “ Günümüzde dahi arkeolojik projelerin gerçekleştirilmesindeki zorluklar dikkate alındığında bu durum daha net anlaşılacaktır. Ülke topraklarının her bir noktasındaki kültürel ve arkeolojik değerlere önem verme ve onları sahiplenme durumu da ayrıca takdir edilmesi gereken bir durumdur. Aynı zamanda bu üç kazının yayınları kısa süre içerisinde yapılarak bilim dünyası ile paylaşılmıştır. Bu yayınlarla ilgili önemli bir ayrıntı bunların Türk Tarih Kurumu ve o dönemde henüz yeni kurulmuş olan Atatürk Üniversitesinin ortak yayınları olmasıdır. O tarihlerde henüz bünyesinde arkeoloji bölümü dahi bulunmayan Atatürk Üniversite’nin bu tür bir proje imza atmış olması sahip olduğu geniş ve derin vizyonun açık bir göstergesidir. Bölgemizin ve ülkemizin en erken arkeolojik kazıları olma özelliğine de sahip bu üç kazı Yakındoğu ve Anadolu arkeolojisi açısından çok önemli sonuçlar ortaya koymuştur. Bunların başında bu günkü politik sınırları aşan çok büyük bir kültürel birlikteliğin ülkemizdeki varlığının ilk kez bu kazılarla kanıtlanmış olması gelmektedir.” diye konuştu.



“Karaz Kültürü” adının verilmesi tercih edildi”


Bu kazıların başladığı yıllarda Güney Kafkasya’da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) yönetimindeki topraklarda da arkeolojik kazılar yapıldığını hatırlatan Işıklı, “Bu kazılardan elde edilen veriler Marksist Arkeoloji çerçevesinde değerlendirilerek Rusya’nın bölgeye yönelik politikalarına hizmet edecek teorilerinin geliştirilmesine olanak sağlamaktaydı. Bu çalışmalar kapsamında 1940 yılında ünlü Rus arkeolog Boris Kuftin Gürcistan’ın orta kesimindeki dağlık bir bölgede yer alan ve arkeoloji dünyasında oldukça iyi bilinen Trialeti kurganlarında kazılar yürütmekteydi. Kuftin bu kazılar sırasında Kafkasya bölgesi için yeni bir kültürün varlığını keşfeder. Günümüzden yaklaşık 6500 yıl önce yaşanmış olan Erken Tunç Çağları sürecine tarihlendirilen bu kültür öncelikle koyu parlak renkli seramiği ile ayırt edilmektedir. Aslında bu kültürün izlerini on yıl kadar önce İsrail ve Kafkaslardaki başka kazılarda fark eden bilim adamları olsa da bunu ilk kez tanımlayan kişi Kuftin olmuştur. Kuftin bu kültüre Kafkasya’ya hayat veren Kura ve Aras nehirlerinden hareketle “Kura-Aras Kültürü” adını verir. Bu isim o tarihten sonra arkeolog ve tarihçiler arasında yaygın kullanım görür. Kuftin’in bu kültürü tanımlamasından birkaç yıl sonra Hamit Zübeyr Koşay Karaz Höyük’teki kazıları gerçekleştirir ve bu kültürün ülkemiz topraklarında da izlerinin var olduğunu bu kazı ile kanıtlar. Hamit Zübeyr Koşay, kültürün ilk izlerini tespit ettiği Karaz Höyüğünden hareketle kültüre “Karaz Kültürü” adını vermeyi tercih eder. Bu isim özellikle Türk arkeologlar arasında daha yaygın bir kullanım görür.” dedi.



“Kafkaslardan Anadolu’ya uzanan bir kültür”


Kültüre dair çarpıcı izlerin Karaz dışında bölgedeki diğer iki kazı olan Pulur ve Güzelova höyüklerinde de gözlendiğini belirten Prof. Dr. Mehmet Işıklı, şöyle konuştu “Bu süreci izleyen dönemde Fırat Nehri üzerinde yapılacak olan bir dizi baraj projesi kapsamında yapılan kurtarma kazılarında da bu kültürün izleri tespit edilir ve bu yörede de kültüre “Karaz Kültürü” denir. Erzurum yöresinin kültürü olan Karaz veya diğer ismi ile Kura-Aras Kültürü’ne dair bilgilerimiz 1940’lı ve 1960’lı yıllarda son derece sınırlıydı. Fakat bu gün bilgilerimiz yeterli olmasa da oldukça fazladır. Kafkas dağlarından Doğu Akdeniz kıyılarına, Hazar kıyılarından Orta Anadolu düzlüklerine değin yayılım bulan bu kültür bin yıldan daha fazla ayakta kalmayı başarmış büyük bir kültürdür. Bu kültürün halkları daha çok hayvancılıkla geçinen sınırlı da olsa tarım yapan ve orta ölçekli köylerde yaşayan gruplardı. Aşiret veya beylik şeklinde örgütlenmiş olan bu gruplar bulundukları bölge koşullarına ve yaptıkları hayvancılığa bağlı olarak yerleşik ve hareket halinde olabilmekteydiler.”



“Erzurum’a dair önemli bilgi ve veriler çıktı”


Karaz, Pulur ve Güzelova höyükleri sadece Karaz Kültürü’ne dair çarpıcı veriler ortaya koymakla kalmamış Erzurum yöresinin bu kültürden önce veya sonraki süreçlerine dair de önemli bilgiler ve veriler sunduğunu anlatan Prof. Dr. Mehmet Işıklı, “ Her üç yerleşimin verileri Erzurum Ovası’nda yerleşik yaşamın Arkeolojide Geç Kalkolitik Çağ olarak tanımlanan günümüzden yaklaşık yedi bin yıl önce başladığını göstermiştir. Hatta 2001 yılında Pulur Höyükte tekrar yapılan sondaj çalışması bu tarihi birkaç yüz yıl daha erkene çekerek Erzurum için yerleşim tarihinin M.Ö. 4200 lerde başladığını ortaya koymuştur. Uzunca bir süre Karaz Kültürü’nün etkisi altında kalan Erzurum ve civarındaki topraklar daha sonraki süreçte de farklı kültürel oluşumlarla tanışır. Bu kültürel oluşumun halkları birçok açıdan Karaz halkları ile benzer sosyo-politik, ekonomik ve kültürel yapılanmaya sahiplerdi. Bu süreçlerin arkeolojik kanıtları da Karaz, Pulur ve Güzelova kazılarında ortaya çıkarılmıştır. Bu süreç Demir Çağ dediğimiz günümüzden yaklaşık iki bin beş yüz yıl önce yaşanan dönemde Doğu Anadolu Bölgesi’nin ilk merkezi devleti olan Urartu’ya değin devam eder. Van bölgesi merkezli Urartu Devleti’nin Doğu Anadolu, Güney Kafkasya ve Kuzeybatı İran’da hüküm sürdüğü dönemlerde ise Erzurum merkezli topraklarda biraz daha küçük ölçekli beylik ve krallıkların (Diauehi Krallığı gibi) var olduğunu biliyoruz. Birkaç yüz yıl süren bu krallıklar döneminden sonra tüm Anadolu ile birlikte Erzurum bölgesi de İran merkezli büyük Pers (Akhamenid) Hanedanlığının etkisi altına girecektir.” dedi.



“Kazıların devam etmesi elzemdir”


Doğu Anadolu’nun ve Erzurum yöresinin ilk kazıları olan Karaz, Pulur ve Güzelova kazıları sadece Anadolu ve Yakındoğu arkeolojisinin belirli dönemlerini aydınlatmakla kalmamış aynı zamanda bulundukları toprakların da tarihinin yazılabilmesine olanak sağladığını dile getiren Prof. Dr. Mehmet Işıklı , sözlerine şöyle devam etti, “Ama yine de bu üç erken kazının en önemli özelliği Karaz (Kura-Aras) Kültürü’nün Anadolu ve Erzurum topraklarındaki varlığını kanıtlamak olmuştur. Yakındoğu ve Anadolu Arkeolojisi’nin zamansal ve coğrafi açıdan en büyük kültürel birlikteliklerinden biri olan Kura-Aras Kültürü veya Karaz Kültürü’nün yayılım bulduğu coğrafyaya baktığımızda Erzurum ve civarındaki topraklar merkezi bir konuma sahiptir. Kültürün yayılım bulduğu coğrafya içerisinde Türkiye, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, İran, Suriye, Filistin ve İsrail gibi 10 modern devletin toprakları bulunmaktadır. Günümüz politik sınırlarını aşan bu büyük kültürel birliktelik, bu günkü politik koşullar dikkate alındığında Yakındoğu’nun ve Orta Asya’nın en problemli topraklarında yayılım bulmaktadır. Arkeoloji ve Tarih bilimlerinin dönemin politik koşullarında rahatlıkla kullanılabilen bilimler olduğu dikkate alınırsa bu topraklar üzerindeki kültürel, tarihi ve arkeolojik değerlere sahip çıkmak ülke topraklarına sahip çıkmakla aynı anlama gelmektedir. Bu perspektiften hareketle Kafkasya, Mezopotamya ve İran gibi özel topraklar arasında kalan Doğu Anadolu Bölgesi ve Erzurum Bölgesi’nde arkeolojik kazılara öncelik verilen kültürel projelerin kesintisiz devam etmesi elzemdir. Ne yazık ki bu gün karşı karşıya olduğumuz tabloda kültüre yönelik ilgi ve kültürün yayıldığı topraklardaki araştırmalar özlenen seviyenin çok altındadır. Yakın geleceğin bunun değişeceği bir süreç olması en büyük temenni ve beklentimizdir.”



İşte her yönüyle; Karaz Kültürü

Bunlar Da İlginizi Çekebilir
Çankırı Bakan Yardımcısı Gizligider: "5 yıl sonra kişi başına 975 metreküp su düşecek, bu su fakiri dediğimiz sınırın altı oluyor" Tarım ve Orman Bakan Yardımcısı Ebubekir Gizligider, su tasarrufunun önemine değinerek, "15 yıl sonra ülkenin nüfusu yüzde 10 artarsa 93 milyon oluyor ama tedbir almazsak 5 yıl sonra su kaynakları yüzde 20 düşüyor; kişi başına 975 metreküp su düşecek. Bu, su fakiri dediğimiz sınırın altı oluyor" dedi. Tarım ve Orman Bakan Yardımcısı Ebubekir Gizligider, bir dizi programa katılmak üzere Çankırı’ya geldi. Bakan Gizligider’in Çankırı’daki ilk durağı Çankırı Valiliği oldu. Çankırı Valisi Mustafa Fırat Taşolar’ı ziyaret eden Bakan Gizligider, daha sonra İl Tarım ve Orman Müdürlüğü tarafından düzenlenen Üretim Planlaması Sunumu programına katıldı. Düzenlenen programda su tasarrufunun önemine değinen Bakan Yardımcısı Gizligider, geleceği planlarken kaynakların dikkate alınması gerektiğini belirtti. “Su varsa hayat var, su yoksa hiçbir şey yok” Geleceğinin kaynaklarının harcanmaması gerektiğini vurgulayan Gizligider, “Türkiye, bu gidişle 2050 yılında 105 milyon olacak. 2023 itibariyle bizim 112 milyar metreküp suyumuz var. Kişi başına bin 313 metreküp su düşüyor. 5 yıl sonra ülkenin nüfusu yüzde 10 artarsa 93 milyon oluyor ama tedbir almazsak 5 yıl sonra su kaynakları yüzde 20 düşüyor, kişi başına 975 metreküp su düşecek. Bu su fakiri dediğimiz sınırın altı oluyor. Sürdürülebilirlik de dünyanın gündeminde. Sürdürülebilirlik kelimesini önümüzdeki yıllarda çok daha fazla duyacağız. Sürdürülebilirlik, bugünün kaynaklarıyla bugünü ve yarını planlamaktır, yarının kaynaklarıyla bugünü kullanmak, harcamak değil. Su varsa hayat var, su yoksa hiçbir şey yok. Sulu tarım ya da kuru tarımda da en az 4 kat fark ediyor. Temele suyu koyduk, yönlendirici olmak istiyoruz, cezalandırıcı değil. Kolumuza girin, beraber kazanalım" dedi.
Diyarbakır Üroloji uzmanı prostat kanserine karşı uyardı Üroloji Uzmanı Operatör Doktor Kemal Ertaş, prostat kanserine karşı uyarılarda bulundu. Memorial Diyarbakır Hastanesi Üroloji Uzmanı Operatör Doktor Kemal Ertaş, prostat kanserinin Türkiye’de erkeklerde en sık görülen ikinci kanser türü olduğunu söyledi. Ertaş, "Sanayileşme ile birlikte gelişmiş ülkelerde prostat kanserinin daha yaygın hale geldiğini ve önümüzdeki 10 yıl içinde en sık görülen erkek hastalığı olabileceğini söyleyebiliriz. Bu nedenle prostat kanseri hakkında farkındalık oluşturmak önemlidir. Prostat kanserinde erken teşhis önemli olduğu gibi önlenebilir bir kanser türüdür. Bu amaçla hastalarımıza Prostat Spesifik Antijen (PSA) testi yapıyoruz. 40-50 yaşından sonra erkeklerin her yıl PSA testi yaptırması önemlidir" dedi. Prostat kanserinin dört evrede tespit edilebildiğini açıklayan Dr. Ertaş, açıklamalarını şöyle sürdürdü: "İlk iki evrede kanser dokuya sınırlı olur ve cerrahi müdahale ile tamamen alınabilir, ancak üçüncü ve dördüncü evrede kanser çevre dokulara ve uzak organlara yayılabilir, cerrahi tedavinin başarı şansı çok daha azaldığını söyleyebiliriz. Bu durumda hormon tedavisi, kemoterapi ve ışın tedavisi gibi yöntemler devreye giriyor ve bu tedavilerin başarı şansı daha düşük olmaktadır". Dr. Ertaş, yaşlanma ile birlikte prostat kanseri riskinin de arttığını ve bu nedenle düzenli tarama ve erken teşhisin önemli olduğunu vurguladı.
İstanbul Kasaplardan içeriği bilinmeyen etlere tapki: "Vatandaş etini kasaptan alsın" Özellikle son zamanlarda kıyma ve kırmızı et ürünlerinde yapılan hilelerde vatandaşlar hem sağlık hem de ekonomik yönden mağduriyet yaşarken, Ataşehir’de bulunan 40 yıllık esnaf kasabı ise vatandaşların et alırken nelere dikkat etmesi gerektiğini anlattı. Mutfakların olmazsa olması kırmızı et sağlık ve beslenme açısından büyük önem taşıyor. Uzmanlar, protein yönünden zengin olan kırmızı eti ve tavuğu beslenmemizden eksik etmememiz gerektiğini belirtti. Son zamanlarda kıyma ve kırmızı et ürünlerinde yapılan hilelerde vatandaşlar hem sağlık, hem de ekonomik yönden mağduriyet yaşarken, Ataşehir’de bulunan 40 yıllık esnaf kasabı ise vatandaşların et alırken nelere dikkat etmesi gerektiğini anlattı. Kasap Bekir Özçelik, "Etin rengi ne mat ne siyah, pembeyi andıracak şekilde, bir de döş dediğimiz gerçek kıyma döşten olur. Döş hayvanın kaburgasıdır, o kaburgayı çoğu mesela firmalar, isim telaffuzda etmiyorum, çoğu büyük marketler, döş tabir ettiğimiz etin içine ne kadar kırıntı, işte elinin altında ne kadar çöpe gidilecek, insanın giyemeyeceği malzemeleri doldurup satan firmalarla da biz karşı karşıya geldik.Tabii bunların yaptığı sıkıntı bize de yansıyor. Markette kıyma 350 lira, 330 lira, 300 lira gibi rakamlar telaffuz edip, ya bugün bir karkas et, karkas dediğimiz bir dana dört parçadan mütevellit, kemikli olarak karkas tabiri veririz karkastır adı.Kemikli dana bugün borsanın açıkladığı rakam, 345 lirayla 360 lira arası bir dana etinin kemikli fiyatı, ben de müşterime diyorum ki, siz oraya bir sorun bakalım, senin aldığın bu et kıyma nasıl bir kıyma, ben mesela döşümü açıp gösterebiliyorum ben döşümü açtığım zaman bir bütün olarak çıkması lazım, ama o market açmıyor döşünü" dedi. "Vatandaş eti kasaptan alsınlar" Kasap Özçelik, "Eskiden mahalle arasında küçük küçük kasaplar vardı, yani doğru düzgün dolap bile yoktu. Şimdi bizim her şeyimiz şeffaf, ortada, ve hijyenik olarak, eskiden de öyleydi, şimdi marketlerde öyle bir olay yok, market bir vuruyor, yığıyor eti, halk tanımıyor, baksana ne kadar çok et, bayağı et satıyor, ama ne eti aldığını bilmiyor, sığır mı, malak eti mi, domuz eti mi, at eti mi, dana eti mi, beygir eti mi, bunu bilmiyor halk. İnsanlara ben şunu söylüyorum, eti kasaptan alsınlar" dedi.
Samsun ’Öksürük artık şikayet değil hastalık oldu’ Göğüs Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Şevket Özkaya, "İnsanlar eskiden öksürük şikayetiyle hastaneye başvuruyorlardı. Çeşitli sebeplerle tedavi veriyorduk. Ateş, öksürük neredeyse milli şikayetimiz haline geldi. Öksürük bir şikayet değil, başlı başına bir hastalık olarak kabul ediliyor" dedi. Genç yaşlarda öksürük şikayetiyle hastaneye başvurunun çok fazla olduğunu ifade eden Prof. Dr. Şevket Özkaya, açıklamalarda bulundu. Öksürüğün artık hastaların şikayet ettiği semptom olmaktan çıktığını belirten Şevket Özkaya, "Öksürüğü başlı başına ayrı bir hastalık olarak görmeye başladık. İnsanlar eskiden öksürük şikayetiyle hastaneye başvuruyorlardı. Çeşitli sebeplerle tedavi veriyorduk. Ateş, öksürük neredeyse milli şikayetimiz haline geldi. Öksürük bir şikayet değil, başlı başına bir hastalık olarak kabul ediliyor" diye konuştu. "Bakteriyel pnömoniler arttı" Özellikle genç yaşlarda öksürük şikayetinin çok fazla olduğunu gördüklerini belirten Özkaya, "Sebebi ise genç yaşlarda son aylarda artan zatürrenin sebep olduğunu görüyoruz. Ciddi anlamda zatürre genç yaşların hastalığı olarak kabul ediliyor. Önceden 60-65’li yaşlarda zatürrenin kolayca gelişebildiğini söylüyorduk. Gribal enfeksiyonlar sonra yaşlı gruba dikkat edin diyorduk. Artık bakteriyel zatürre, toplum kökenli zatürre olarak karşımıza çıktı. Geç yaşta çok fazla zatürre vakaları ile karşı karşıyayız. Eskiden kovid vakaları negatif olarak gelirken vakaların artık pozitifleştiğini görüyoruz. Kovid tekrar toplumda pozitifleşmeye başladı. 60-65 yaş üzerinde kovide bağlı viral zatürreler görülürken, genç yaşlarda toplum kökenli pnömoni dediğimiz bakteriyel pnömonilerin arttığını görüyoruz" şeklinde konuştu.